10 Nisan 2014 Perşembe

Binlerce kez... İyi Geceler!

Haberi düşer düşmez izlemek için gün saydığım İskandinav-İrlanda yapımı bir filmi bekliyordum. Fragmanlarını izlerken bile içimde fırtınalar koparan, yutkunmama izin vermeyen bir hikayeyi...
Rebecca'nın hikayesini.
 
6 yaşında savaş muhabiri olmaya karar vermiş biri için şimdi yapmak istediği şeyin çok uzağında olmak ne kadar acı verici anlatamam. Birçoğunuzun, hatta hemen hepinizin "Savaşta olmak daha mı mutluluk verici! Saçmalama!" dediğini duyar gibiyim, ama gerçekçiliğin prensiplerine her daim daha yakın olan biri olarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Siz sevin ya da sevmeyin savaşlar ve acılar dünyanın her yerinde var olmaya devam edecek, üstelik bizim doymak bilmeyen iştahımız ve zevklerimiz için ve ben oturup bunları görmezden gelmek istemiyorum, hatta görmezden gelenlerin gözlerine sokup, onları rahatsız etmek, başlarını uzatıp orada ne oluyor, ne yapmalıyız bu acıları azaltmak için demek zorunda bırakmak istiyorum.
 
Emin olduğum bir şey varsa o da gazeteciliğin eğitimden öte bir içgüdü meselesi olduğudur. Parasız, köle gibi çalıştırılsanız da o haberi duyurmak bir ölüm-kalım meselesidir. Yemek, su içmek, nefes almak gibidir olan biteni takip etme isteği.
 
Şahit olup, ilk elden, en doğru siz ulaştırmak istersiniz yaşananları.
Toplumun büyük kısmında "gazeteci yalancıdır, pisliktir, yaltakçıdır" düşüncesini kafalara çakan topluluk değil "gazeteci ya da haberci" olanlar.
Adliyelerde, sokaklarda, savaş meydanlarında, çatışma aralarında, meclis koridorlarında ne olup bittiğini gözüyle görüp, eliyle yazan, fotoğraflayan, ama adı genelde pek bilinmeyenlerdir.
Dünya romantik olmak için fazla gerçek bir yer. Ve habercilerin işi o acının kalbine gidip dünyanın kalanına seslenmek ve onu tüm bu iyi ve kötü şeylerden haberdar edip sorumluluğunu yerine getirmektir.
 
A Thousand Times Goodnight bu içgüdüyü ve bu dayanılmaz güdüyle kocası ve çocukları arasında kalan savaş fotoğrafçısı Rebecca'yı anlatıyor; Rebecca'nın çektiği fotoğrafların gücünü, bu gücün neleri değiştirebileceğini... 
Üstelik o kadar sahici ki... Patlamalar, çatışmalar geçerken perdeden kalbiniz ağzınızda izliyorsunuz Rebecca'nın vereceği kararı; kaçacak mı, devam mı edecek, durdurmak için bir şey yapacak mı?
Kocası ve çocukları, mesleği yüzünden ondan uzaklaşırken vereceği kararları beklerken içiniz sızlıyor, yutkunamıyorsunuz...
Ve yeniden savaşa gitmesi istendiğinde ne karar verecek diye bekliyorsunuz...
Gidecek mi yine?
Her şeye rağmen?!
 
Bana kalırsa gerçek gazetecilerin, habercilerin, foto muhabirlerinin hissettiği şeyi gazeteci olmayan, ama muhteşem bir yazar olan İhsan Oktay Anar özetlemiş. 2 yıl önce Twitter'a girip attığı tek bir twitle özetlemiş hem de...
 
Şöyle demiş İhsan Oktay Anar,
 
"...çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünya'nın şahidi olmaktı."
 
Ailelerini, hayatlarını, huzurlarını terk eden ve bu bizim için bu "dünyaya şahit" olmaya giden tüm o iyi insanlar...
Teşekkürler... Her birinize.
 
 
 


6 Mart 2014 Perşembe

Viyana'da Birkaç Gün / 1

Orta Avrupa’nın en güzel ayı şüphesiz ki eylüldür.
Almanya’da ağaçlar yapraklarını sarıya ve kızıla boyarken, artık başka bir avrupa kentini ziyaretin zamanı geldi diyorum kendime. Aklımdaki rota: İspanya, planım “last minute” yöntemiyle son dakika bileti bulup, otel ayarlayıp hemen uçmak. Çantam hazır Düsseldorf havaalanına gidiyorum, ama plan bir anda değişiyor. Akşama Viyana’ya bilet olduğu ve kalmak için üç yıldızlı bir otelde yer olduğu söyleniyor. Çantamdaki ince kıyafetlere aldırmadan hemen biletleri alıyorum, neyseki Düsseldorf’taki soğuğa karşı kalın montum yanımda.
Uçak akşam kalkacak, ben de önce aç karnımı doyurup bozuk parayla internete girmenize izin veren bilgisayarlardan birine 1 euro atıyor ve Viyana için araştımalara başlıyorum. Çıkardığım notlar heyecan verici! Schönbrunn sarayıyla işe başlayacağıma emin olduktan sonra, Operanın kalbi sayılan ünlü Opera Binası’nı, Mozart’ı, tiyatroları, Aziz Stefan katedralini, Aziz Peter’ın Kilisesini listenin başına çabucak konduruyorum! Tek duam havanın yağmurlu olmaması...
Birden anons sesiyle yerimden zıplıyorum; uyuyakalmışım! Neyseki doğru anonsla uyanarak koşa koşa yerimi alıyor ve bir süre sonra da uçaktaki güzelim cam kenarına kuruluveriyorum. Bu 45 dakika ile 1 saat arasında süren yolculuk hayatımın en güzel uçak yolculuğu olarak kişisel kayıtlarımda yerini alıyor: Yalnızca beklentilerimi kusursuzca karşılayan havayolu şirketi ve çalışanları değil, nitekim tam da Çek Cumhuriyeti’nin üzerinde bulutları aştığımız anlarda rüya gibi bir tablo beni benden alıyor. Eflatundan kırmızıya yol alan, ufukta turuncuya ve nihayet batmaktaki güneşin tarifsiz rengine ulaşan bir cümbüş! Kalbim yerinden çıkacak gibi! Tanrının melekleri eğer her gün bunu görüyorlarsa ne kadar da şanslılar demekten alamıyorum kendimi...
Nihayet hava artık kararmışken Viyana semâlarında inişe hazırlanıyoruz. Şehir karanlıkta ışık bulmuş bir kristal gibi ışıl ışıl parlıyor. Bir vakitler Habsburg hanedanına ait bu baş tacını bir an avucuma alabileceğim bir mücevher gibi düşünüyorum. Ben kapkaranlık boşluğun ortasında oval bir elmas gibi parlayan şehre bakarken iniş gerçekleşiyor. Prosedürler, teferruatlar derken açık söylemeliyim başlangıçta derin bir hayal kırıklığına uğruyorum. Şehir tepeden bakınca bir mücevherat gibiyken aşağıda işler çok başka görünüyor ilk anda gözüme. İnsanlar, taksi şirketlerinin tedirginlik veren ısrarcı tavırları... Bu İstanbul’dan farklı kozmopolit hava biraz ürkütmüyor değil beni. Sakince düşünüp şehrin diğer ucundaki otelimi bulmak için yola koyuluyorum. Taksi yerine şehir merkezine giden bir otobüs bulup ona biniyorum. Almanya’daki kasabalara ve şehirlere inat daha canlı bir noktaya vardığımı anlıyorum hemen. Hiç bilmediğim bir ülkede, yüzyıllara ait bir başkentte soğuk bir akşam vakti tek başıma yürümeye başlıyorum sırtımda çantamla. Bir süre sonra metroya ulaşıyorum. İtiraf etmeliyim ki hâlâ Viyana’daki metro biletlerinin kullanılma sistemini anlayabilmiş değilim.
Otelin bulunduğu yere varıyorum ve çıkıp yürümeye başlıyorum, başımı sola çevirdiğimde sevinç çığlıkları atmamak mümkün değil çocukluk hayali Mozart olmak olan biri için! Zirâ Viyana Müzik ve Gösteri Sanatları Üniversitesi’nin yanından yürüdüğümü farkediyorum! İşte o an doğru yerde olduğumu anlıyorum. Ben, müziğin, resmin, edebiyatın incecik ipliklerle örülüp birbirine bağlandığı bir şehirde, sanatın kalbinde yol alıyorum. Mozart’ın, Strauss’un, Klimt’in, Rilke’nin anavatınında onlarla buluşmaya gidiyorum, üstelik beni bekleyen başka sürprizlerden habersizce!
Biraz dolambaçlı bir yürüyüşten sonra oteli buluyor ve uykunun kollarına atıyorum kendimi, ta ki sabah olup telefon alarmı kalkmamı emredene dek. Perdeyi açıp camdan bakınca dualarımın kabul edildiğini anlamam güç olmuyor, zira hava ışıl ışıl. Zira tarih: 16 Eylül, yani Orta Avrupa’da pastırma yazı başlıyor! Giyinip kahvaltıya indikten sonra çantamı gözden geçirip koşar adımlarla fırlıyorum caddeye! Viyana sokakları nedense ilk bakışta tarz olarak bana İstanbul’dan pek farklı gelmiyor. Bizim Osmanlıların vakt-i zamanında buralara uğradıkları aşikâr diyorum içimden. Metroya binmek için yürümeye başlıyorum, ama vazgeçip yürümeye devam ediyorum, vitrinlere, yoldan geçen faytonlara baka baka yürüyor, piyano dükkanları önünde oyalanıyorum. Bir süre sonra öyle keyifli geliyor ki bu iş bana, o dev gibi binalara bakmak için başım göklerde durmadan yürüyorum. Sergi ilanlarına takılıyorum arada, Albertini adındaki dev müze ve sergi sarayında Picasso’nun olduğunu öğrendikten birkaç dakika sonra kalbim güm güm çarpmaya başlıyor, çünkü Frida Kahlo Viyana’da! Gitmeyi en çok hayal ettiğim serginin benimle aynı tarihlerde şehre geldiğini anlıyor ve planımda değişiklik yapıyorum. Yine de ilk gün planıma sadık kalarak nihayetinde Shönnbrunn Sarayı’na ulaşıyorum. O muazzam, 1400 odalı dev köşke! Hayatımda görüp görebileceğim en büyük avluya, üzerinde camdan ve taştan yapılma bir kemerin olduğu tepeye sahip muhteşem bir yapıyla karşı karşıya kalıyorum.
Sarayın ön avlusunda paketlere ayrılmış biletler için sıraya girdikten sonra elime verilen broşürden paketlere nelerin dahil olduğunu okuyup bir seçim yapıyorum, alışveriş meraklısı olmadığım için en pahalı paketi seçiyorum, çünkü o pakette apfelstrudel yani elmalı payın nasıl yapıldığını görüp tatma şansım var üstelik saray mutfağında! Malum elmalı pay, Viyana’dan dünyaya dağılmış bir tatlı ve garanti ediyorum, hiç yemediğiniz tarzda: Çok tatlı! E biraz da ağır haliyle… Kulaklığımı alıp kafilemle sarayın uçsuz bucaksız odalarına dalıyoruz: Tabloların, duvarların, tavan işlemelerinin güzelliği dudak ısırtıyor, hele pencerelerden görünen labirent bahçeler inanılmaz.
devam edecek...